Üç Y’den Üç A’ya: Bir Milletin Çöküşü mü, Uyanışı mı?


Bir zamanlar yasaklar, yolsuzluklar ve yoksullukla mücadele için yola çıkan Türkiye, bugün adaletsizlik, ahlaksızlık ve acımasızlık üçgeninde sıkışmış durumda. Peki, bu karanlık tablonun içinden umut doğar mı?
Bir zamanlar Türkiye siyasetinin temel söylemi üç kelimeye indirgenmişti: yasaklar, yolsuzluklar ve yoksulluk. Bunlarla mücadele, yeni bir toplumsal sözleşmenin vaadiydi. Toplumun geniş kesimleri, bu sözlere inanarak destek verdi; çünkü yıllardır bastırılan haklar, çalınan gelecekler ve gasp edilen umutlar artık son bulacaktı. Fakat bugün, bu mücadelelerin yerini bambaşka üç kelime aldı: adaletsizlik, ahlaksızlık ve acımasızlık. Türkiye, “üç Y” ile savaşmak için çıktığı yolda, “üç A”nın kıskacında sıkışmış durumda.
Yasaklarla Savaştan, Yeni Yasaklara
Başlangıçta özgürlük vaadiyle yola çıkanlar, zamanla kendi kurdukları sistemin bekçisine dönüştüler. Dünün yasakçılığına karşı çıkan siyaset, bugün muhalif sesleri bastırmak için yeni yasalarla hareket ediyor. Basın özgürlüğü, ifade hürriyeti, hatta üniversitelerde bilimsel düşünce bile baskı altında. Gazetecilerin tutuklandığı, öğrencilerin sosyal medya paylaşımlarından dolayı gözaltına alındığı bir ülkede yasaklarla mücadelenin yerini, yasakların rafine edilmiş yeni biçimleri aldı.
Bu durum bize 1940’lı yıllarda kurulan ‘Tek Parti’ dönemini hatırlatıyor. O dönem de “milletin menfaati” adına yapılan sınırlamalar, zamanla halkın nefes alamadığı bir rejime dönüşmüştü. Bugünse benzer bir hikâye dijital çağın araçlarıyla tekrarlanıyor: kontrol, sansür ve korku.
Yolsuzlukla Hesaplaşmadan, Yolsuzluğun Sisteme Dönüşmesine
Türkiye’de yolsuzluk hep vardı, ama bir dönem bu sorunla yüzleşme cesareti de vardı. Ne var ki zamanla bu cesaret yerini suskunluğa bıraktı. 2010’ların başında kamuoyuna yansıyan büyük yolsuzluk skandalları, siyasi sadakat adına halının altına süpürüldü. Hesap verilebilirlik ilkesi, yerini dokunulmazlık zırhına bıraktı. Yolsuzluk bir istisna olmaktan çıktı; artık sistemin devamı için gerekli görülen bir “yağlama mekanizması” haline geldi.
Bu durum, Osmanlı'nın son yüzyılındaki "iltimas" ve "rüşvet" düzenini hatırlatıyor. Devlet memuriyetleri para karşılığı verilir, saraya yakın olan her işten nemalanırdı. O günün çöküşünün temelinde bu yozlaşma vardı; bugün yaşanan çürüme de aynı patikanın izlerini taşıyor.
Yoksullukla Mücadeleden, Yoksulluğu Yönetmeye
Yoksulluğa karşı geliştirilen sosyal politikalar, ilk yıllarda umut verdi. Ancak bu politikalar kısa sürede toplumu kalkındırmak yerine onu bağımlı kılmaya yöneldi. Vatandaşa yardım eden bir devlet değil, onu yardıma muhtaç bırakan bir sistem inşa edildi. İnsanlar, refah değil sadaka üzerinden yönetilir hale geldi. “Sadaka toplumu” kavramı, bugün Türkiye’nin birçok yerinde somut bir gerçekliğe dönüştü.
Oysa Cumhuriyet’in ilk yıllarında, yokluk içindeki bir ülke, köylere öğretmen göndererek, fabrikalar kurarak, toplumu ayağa kaldırmıştı. Bugün ise kaynaklar betona, şatafata ve günü kurtaran projelere harcanıyor. Kalıcı refah politikalarının yerinde, bir seçimden diğerine kadar idare eden yardım paketleri var.
Gelinen Nokta: Adaletsizlik, Ahlaksızlık, Acımasızlık
Tüm bu tablo, Türkiye’de adaletin neredeyse yok olduğu, ahlakın erozyona uğradığı, acımasızlığın normalleştiği bir düzleme getirdi. Artık adaletin kime, ne zaman ve nasıl tecelli edeceği belirsiz. Yargı, siyasi güç karşısında tarafsızlığını yitirmişken, sıradan vatandaş için hakkını aramak giderek imkânsız hale geliyor.
Ahlaki çöküş ise sadece siyasette değil, toplumsal yapının her katmanında hissediliyor. Liyakatin yerini sadakat, emeğin yerini torpil aldı. Acımasızlık ise sadece adaletin yokluğunda değil; sokakta, sosyal medyada, iş yerlerinde de kendini gösteriyor. Dayanışma yerine linç kültürü, empati yerine nefret körükleniyor.
Her Şeye Rağmen Umuda Açılan Kapı: İnanç, İrade ve İyilik
Ancak her karanlık dönem, kendi aydınlığını doğurur. Türkiye tarih boyunca birçok kriz atlattı, darbeler, ekonomik çöküşler ve toplumsal kırılmalar yaşadı ama her seferinde yeniden doğdu. Bugün yaşanan bu çöküş, yarının direnişini örgütlemek için bir zemin olabilir.
Yeni nesil daha bilinçli, daha sorgulayıcı. Dijital dünyanın etkisiyle dünyaya daha açık, otoriteye karşı daha mesafeli. Türkiye'nin yeniden adil, ahlaklı ve merhametli bir toplum olması için umut bu gençlerde, bu toplumsal farkındalıkta yatıyor.
Unutmamalıyız ki bu tablo kader değil! Çürüme varsa, yeniden diriliş de mümkündür. İslam inancı, en karanlık anlarda bile umudu diri tutmamızı öğütler. Kur'an'da şöyle buyrulur:
“Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Zümer Suresi, 53)
Peygamber Efendimiz (sav), zulmün en koyu olduğu dönemde bile “Yarın kıyametin kopacağını bilseniz bile bugün elinizdeki fidanı dikin” diyerek umudun ve emeğin kıymetini öğretmiştir. Bugün de yeniden inşa süreci için küçük bir fidan dikmekten başka çaremiz yok. Bu fidan, adaleti arayan genç bir zihin olabilir, doğruyu söylemekten korkmayan bir yürek olabilir.
Toplumlar, bazen karanlık tünellerden geçer ama o tünelin sonunda bir ışık vardır. Bu ışığı büyütecek olan, sadece siyasetçiler değil; vicdanını yitirmemiş her bireydir. Umut, bireysel bir duygu değil, toplumsal bir eylemdir. Ve Türkiye’nin umudu hâlâ diri; çünkü insanın olduğu yerde, iyiliğin imkânı hep vardır.
Adaletin, ahlakın ve merhametin yeniden inşa edilmesi elbette zaman alacak. Ama umut, karanlığın en yoğun olduğu anda başlar parlamaya…
Ve Türkiye’nin hikâyesi henüz tamamlanmadı.
Başka Vatan yok, Başka Türkiye yok!
https://strasam.org/yazar/arastirmaci-yazar-oktay-iyisarac