Sarımsı Bir Şey İşte


Türkiye'de emekçinin sırtından yükselen sarı sendikalar, işçi haklarını pazarlık konusu yaparken gerçek sendikal mücadele yeraltına itiliyor. Bu yazı, suskunluğun perdesini yırtıyor.
Türkiye’de her sabah, yüz binlerce emekçi, açlık sınırına yakın maaşlarla ay sonunu getirme mücadelesine uyanıyor. Ülkenin dört bir yanında inşaatlardan fabrikalara, hastanelerden atölyelere kadar emek dökülen her alanda, teri henüz kurumadan ölen işçilerin haberleri geliyor. Çoğu zaman bir haber bülteninin kısa bir spotunda yer bulabiliyor bu ölümler. “İş kazası” deniyor. Oysa bu, apaçık bir iş cinayeti. Peki, bu cinayetlerin karşısında kim durmalıydı? Kim ses yükseltmeliydi?
Cevap basit: Sendikalar! Ama gerçekler bu kadar sade değil.
Bugün Türkiye’de birçok emekçinin sırtında bir de sarı sendikaların kamburu var. İşverenin eliyle kurulmuş, siyasi iktidarların gölgesinde büyümüş, emekçinin değil, patronun çıkarlarını gözeten bu yapılar; işçilerin en doğal haklarını bile pazarlık masasında satmaktan çekinmiyor. Grev kararlarını erteliyorlar, hak arayan işçilerin işten atılmasına sessiz kalıyorlar. Hatta kimi zaman işverenle el ele verip bu işçilerin fişlenmesine katkı sağlıyorlar.
12 Eylül’le Başlayan Çürüme
Sarı sendikacılığın Türkiye’deki kökleri yeni değil. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında DİSK’in kapatılmasıyla birlikte sahneye çıkan bu yapılar, devletin ve sermayenin kontrolünde bir “emek düzeni” kurmanın temel taşlarıydı. Dönemin generalleri açıkça söylemişti: “Gerekirse sendikaları biz kurarız.” Kuruldu da. O günden bugüne, bir kısmı farklı adlar altında faaliyet göstermeye devam eden bu sendikalar, işçilerin örgütlü gücünü parçalayarak, direnişi bölerek varlığını sürdürdü.
Ancak bugün artık sarı sendikacılık yalnızca bir işbirliği biçimi değil, aynı zamanda bir kariyer basamağı, bir rant mekanizması, bir siyasal yatırım aracına dönüşmüş durumda.
Aidatla Siyaset: İşçinin Parasıyla Kendi Geleceğini İnşa Edenler
Sendikaların genel merkezlerine bakın. Bir kısmı işçilerin aidatlarıyla alınmış lüks plazalarda, beş yıldızlı otellerde kongre yapıyor. Sendika başkanları, işçinin sırtından kesilen paralarla son model makam araçlarına biniyor, korumayla geziyor. Ay sonunu getiremeyen emekçinin cebinden çıkan aidatlarla oluşturulan bu “sendika fonları” kimler için çalışıyor? İşçi için mi? Hayır. Çoğu zaman başkanın, yöneticilerin ve onların siyasal hırslarının finansörü oluyor bu paralar.
Bu ülkede bazı sendika başkanlarının çocukları kamu bankalarında, belediyelerde veya büyük holdinglerde “danışman” olarak görev yapıyor. Kimileri siyasete soyunuyor; bir bakmışsınız dünkü “emek savunucusu”, ertesi gün parti rozeti takmış, milletvekili adayı olmuş. Peki, emekçi? O hâlâ fabrika çıkışında simit kuyruğunda bekliyor.
Bazı sendika genel merkezleri adeta siyasi parti ofisine dönmüş durumda. Yöneticilerin derdi emekçinin sorunları değil, bir sonraki belediye seçiminde hangi partiden aday olacakları. İşçiden çok vekillerle, bakanlarla fotoğraf paylaşan bu kişiler hangi hak mücadelesinden söz edebilir?
Direnişin Mirası Unutturulmak İsteniyor
Oysa Türkiye işçi sınıfı, 15-16 Haziran 1970 direnişiyle tarihe geçen mücadelelerin mirasçısıdır. Binlerce işçinin sokaklara döküldüğü, işçilerin DİSK’in kapatılmasına karşı bedenleriyle barikat kurduğu o günler, gerçek sendikacılığın ne olduğunu göstermişti. Ama sarı sendikalar, bu mücadele tarihini sile sile; işçiyi, kredi borçlarına, bireysel çaresizliğe ve suskunluğa mahkûm etti.
Bugün sarı sendikaların kol gezdiği fabrikalarda, toplu sözleşmeler bir formaliteye dönmüş durumda. Sendika temsilcileri patronla yemek yerken, işçiler öğle tatilinde simit kuyruğuna giriyor. Emekçinin alın teri, pazarlık malzemesi yapılıyor. Oysa sendikacılık, karşısında ter dökülen patronla aynı masaya oturmak ya da saraylarda sorunları dile getirmek yerine övgüler dizmek değil, o masayı sorgulamaktır.
Gerçek Sendikal Mücadele Nasıl Olmalı?
Gerçek sendikal örgütlenme; sadece aidat toplayan, topladığı aidatlarla otel yapan, tatil programı yapan ya da önemli günlerde emekçiye promosyon malzemesi dağıtan bir tabela kurumu değil, işçinin yaşamının her alanında yanında olan bir mücadele aracıdır. O, işçinin yalnızca ücret pazarlığında değil; can güvenliği, sosyal hakları, sendikal örgütlenme hakkı, insan onuruna yakışır bir yaşam için verdiği her savaşta omuz omuza yürüyen bir yapıdır.
Gerçek bir sendika, tabandan yükselir. Genel merkezden değil, atölyeden, vardiyadan, maden ocağının karanlık kuyusundan sesini duyurur. Liderleri, lüks salonlarda değil, grev çadırında doğar. Hiçbir işçinin alın teri başkalarının siyasi kariyerine sermaye yapılmaz! Her karar, üyelerin oylamasıyla alınır; her temsilci, üyeler tarafından denetlenebilir ve
gerektiğinde görevden alınabilir. Aidatlar, şeffaf biçimde açıklanır. Her bir kuruşun hesabı emekçiye verilir.
Gerçek sendikal mücadele, sarı sendikalara alternatif olmanın ötesinde bir direniş kültürüdür. Baskıya, işten atılmaya, hatta tehdide rağmen yılmayan, vazgeçmeyen, dayanışmayı esas alan bir dayanma gücüdür. Bazen bir direniş çadırında, bazen bir işgalde, bazen de sabaha kadar süren bir toplu sözleşme mücadelesinde kendini gösterir. Ve o mücadele sadece ücret zammı için değil; insanlık onuru için verilir.
Artık sendikalara dair umutsuzluğu değil, yeniden örgütlenmeyi konuşma zamanı. Gerçek sendikal mücadele, örgütsüzlüğün kader olmadığını bilenlerin yüreğinde filizlenir. Eğer bu ülkede, işçi sınıfı yeniden ayağa kalkacaksa; bu, sırtını patrona değil işçiye dayayan, genel merkezini saray gibi değil grev çadırı gibi gören sendikalarla mümkün olacak.
Son söz:
Gerçek sendika, işçinin korkusuzca konuşabildiği, yönetime katılabildiği, hak ararken yalnız kalmadığı yerdir. Gerçek sendika, susmayan sendikadır.
İstersek olur be!